31 Mayıs 2011 Salı

Hopa'da öldüren polis terörü

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Artvin Hopa'da düzenleyeceği miting öncesi, HES'lere karşı yapılan protestolarda yaşanan polis şiddeti sonucu bir kişi yaşamını yitirdi, çok sayıda da yaralı olduğu öğrenildi.

Başbakan Erdoğan, seçim çalışmaları kapsamında Hopa'da miting düzenledi. Erdoğan'ın mitingi öncesi Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) ve Halkevleri HES'lere karşı protesto çağrısında bulundu. Protestoya çok sayıda demokratik kitle örgütü katıldı.

Eylem öncesi, mitingin yapılacağı Cumhuriyet Meydanı’na hakim bir binaya Gençlik Muhalefeti imzalı "AKP Hopa'dan defol!" yazılı bir pankart asıldı. Daha sonra protestocular Cumhuriyet Meydanı'na gelerek burada protesto gösterisine başladı.

Protestonun yapıldığı esnada 3 helikopterin alçaktan uçuş yapmasına tepki gösteren protestocular, yuhalamaya başladı. Ardından HES'leri protesto etmek için "Su haktır, satılamaz" pankartı açıldı. Pankartın açılması üzerine polis şiddet uyguladı. Gaz ve coplarla protestoculara saldıran polise, eylemciler de karşılık verdi.

Polisin yoğun olarak kullandığı gaz bombalarının etkisi nedeniyle Özgürlük ve Dayanışma Partisi üyesi emekli öğretmen Metin Lokumcu (54) kalp krizi geçirdi. Lokumcu kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Lokumcu'nun polisin coplu şiddetine de maruz kaldığı gelen bilgiler arasında. Öte yandan polis saldırısı nedeniyle çok sayıda kişinin yaralandığı öğrenildi.

"AKP Hopa'dan defol" yazılı pankartı açan Gençlik Muhalefeti'nin de binasına çok sayıda gaz bombası atılırken, kentteki gerginlik Erdoğan'ın mitingi boyunca ara sokaklarda devam etti.

HİÇBİR ŞEY OLMAMIŞ GİBİ RAHAT!

Bu arada Başbakan Erdoğan, Hopa'da bir kişinin yaşamını yitirmesi onlarca kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan tüm bu olaylara rağmen mitingini gerçekleştirdi. Erdoğan'ın mitingi için çevre il ve ilçelerde çok sayıda kişinin otobüslerle Hopa'ya taşındığı öğrenildi.

İSTANBUL VE ANKARA'DA PROTESTO

Hopa’da yaşanan olaylar üzerine bugün İstanbul'da saat 19.00’da Galatasaray Lisesi önünde, Ankara'da ise 18.30'da Sakarya Caddesi önünde bir basın açıklaması yapılacak.

Kaynak: Birgün

Mesleği Elinden Alınan Arkadaşımızın Hukuk Mücadelesini Destekliyoruz


Basın Açıklaması:

Sayın Basın Mensupları
,

Bugün çeşitli sivil toplum kuruluşları ve bireyler olarak mesleğini icra etme imkânı elinden alınmış olan Halil İbrahim Dinçdağ’ın hukuk mücadelesini desteklemek için buradayız.

Kendisini 2009 yılı Mayıs ayında tanıdık. Çünkü Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) “özel yaşama saygı” hakkını ihlal ederek Halil İbrahim’in eşcinsel olduğu bilgisini basına verdi. Bugüne kadar gelen süreç futbol hakemi Halil İbrahim’in eşcinsel olduğu için askerlikten muaf raporu alması ile başlamıştı. Merkez Hakem Kurulu TFF yönetmeliğinin “sağlık problemi nedeniyle askerlikten muaf tutulanlar hakemlik yapamazlar”  maddesine dayanarak onun hakemlik yapamayacağına karar verdi. Halil İbrahim askerlikten muaf olmasının nedeninin bir sağlık problemi değil, eşcinselliği olduğunu söylese de, Merkez Hakem Kurulu kararından vazgeçmedi ve onun konuyla ilgili dilekçesini basına sızdırarak özel hayatın gizliliği maddesini ihlal etti.

Halil İbrahim haksız yere hakemlikten men edildiği ve kendi rızası dışında eşcinsel olduğu bilgisi kamuoyu ile paylaşıldığı için Türkiye Futbol Federasyonuna karşı maddi ve manevi tazminat davası açarak hukuk mücadelesi başlattı.

Cinsel yönelimimiz veya cinsiyet kimliğimiz işaret edilerek en sıradan yaşamsal haklardan mahrum bırakılabiliyoruz. Halil İbrahim bunu bir kader olarak kabullenmedi, kurulu düzenin değişmesi için ayağa kalktı.

Türkiye’de toplumsal ve hukuksal pek çok değişimin önünü açacak bu hukuk mücadelesinde arkadaşımızın yanındayız ve davanın takipçisi olacağız.

İllet

İstanbul LGBTT Dayanışma Derneği

Kadın Kapısı Derneği

Kaos GL Kültürel Araştırmalar ve Dayanışma Derneği

Lambdaistanbul LGBTT Dayanışma Derneği

MorEl Eskişehir LGBTT Oluşumu

Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği

Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği

VolTrans Trans Erkek İnisiyatifi

Amargi Kadın Kooperatifi

Feminist Kadın Çevresi

Yeryüzüne Özgürlük Derneği

Dinçdağ'ın Davası 20 Ekim'e Ertelendi

Eşcinsel olduğu gerekçesiyle hakemlikten men edilen futbol hakemi Halil İbrahim Dinçdağ'ın Türkiye Futbol Federasyonu'na karşı açtığı maddi ve manevi tazminat davasanın ikinci celsesi bugün görüldü. Davada bir sonraki celsesi 20 Ekim'de yapılacak.

Eşcinsel olduğu gerekçesiyle hakemlikten men edilen futbol hakemi Halil İbrahim Dinçdağ'ın Türkiye Futbol Federasyonu'na karşı açtığı maddi ve manevi tazminat davasanın ikinci celsesi bugün (31 Mayıs Salı) Sarıyer Adliyesi 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde görüldü.

Duruşmada, hakemlikten atılan Dinçdağ'ın işsiz olduğu, ekonomik durumunun kötü olduğu ve ablasının yardımıyla geçindiği polis tarafından yapılan araştırmayla dosyaya eklendi. Hâkim, tanıkların dinlenmesi için duruşmayı 20 Ekim 2011 tarihine ertelendi. Dinçdağ'ın avukatı Fırat Söyle, mahkemenin bundan sonraki iki veya üç celsede karara varmasını beklediklerini belirtti.

Halil İbrahim Dinçdağ duruşma sonrasında yaptığı açıklamada şunları söyledi:

"Eşcinsel olduğum için beni işimden ettiler. Futbol camiasında bir tek ben mi eşcinselim? Federasyon, diğerlerine ne yapmayı düşünüyor? Eşcinsel oldukları için işlerini yapmalarına müsaade edilmeyen insanlar ya kendilerini gizlemeye ya da açlığa mahkûm ediliyorlar. İki yıldır çok zor koşullarda mücadele veriyorum. Yine de hukuka güveniyorum. Bu davada adil bir karar çıkacağına inanıyorum."

Dinçdağ'ın mücadelesinde yanında olan LGBT örgütlerinin temsilcileri de mahkemede kendisine destek verdi. LGBT örgütleri tarafından hazırlanan basın bildirisini okuyan Yeşim Başaran, "Halil İbrahim Dinçdağ, askerlikten muaf olmasının nedeninin bir sağlık problemi değil, eşcinselliği olduğunu söylese de, Merkez Hakem Kurulu kararından vazgeçmedi ve onun konuyla ilgili dilekçesini basına sızdırarak özel hayatın gizliliği maddesini ihlal etti. Türkiye'de toplumsal ve hukuksal pek çok değişimin önünü açacak bu hukuk mücadelesinde arkadaşımızın yanındayız ve davanın takipçisi olacağız" dedi.

Futbol hakemi Halil İbrahim Dinçdağ'ın hakemlikten men edilmesine uzanan süreç, eşcinsel olduğu için askerlikten muaf raporu alması ile başlamıştı. Merkez Hakem Kurulu, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) yönetmeliğinin "Sağlık problemi nedeniyle askerlikten muaf tutulanlar hakemlik yapamazlar" maddesine dayanarak Dinçdağ'ın hakemlik yapamayacağına karar verdi.

TFF, 2009 yılı mayıs ayında da "özel hayatın gizliliği" hakkını ihlal ederek Halil İbrahim Dinçdağ'ın eşcinsel olduğu bilgisini basına verdi. Dinçdağ, bu gelişmelerin ardından, mesleğini icra edemediği için Futbol Federasyonu'na karşı maddi ve manevi tazminat davası açarak hukuk mücadelesi başlatmıştı.

Kaynak: Bianet

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Bir günde 220 balinayı doğradılar


Balina avının geleneksel olduğu Faroe Adaları, dün büyük bir ‘kasaplığa’ tanık oldu.



Balina etinin en çok tüketilen gıdalardan biri olduğu ülkenin Syorugota kentinde, tek bir gün içinde 220 pilot balina avlandı. Balinalar, limanda doğrandıktan sonra civardaki yerleşim birimlerine dağıtıldı.

Faroe Adası’nın köklü geleneklerinden biri olan balina avından elde edilen etler, kar amacı güdülmeden birçok yerleşim birimine bedava dağıtılıyor.



BİR GÜNDE 220 BALİNAYI DOĞRADILAR / Foto Galeri 



Yerli halk, limanda tüm gün süren kesim işlemi esnasında, çocuklarını da balinaların nasıl kesileceğini öğrenmeleri için yanlarında bulundurmayı ihmal etmedi. Çocukların bu tür bir olaya tanık edilmeleri, birçok hayvan hakları örgütünün tepkisini çekiyor. 

50-100 bireyden oluşan pilot balina grupları, okyanusun çok soğuk sularını tercih ediyor. Avlanmak için kıyıya yaklaşıyor olmaları, onları av için kolay bir hedef yapıyor.

Kaynak: Hürriyet

KAYIPLARIMIZ "BENİ BUL ANNE" DİYECEK

16 yıldır Galatasaray’da  gözaltında kaybedilen yakınlarımızın fotoğraflarını taşırken "Kayıplarımızın akıbeti açıklansın, sorumlular yargılansın" dedik.

Bu defa kaybedilen yakınlarımız Galatasaray Meydanı'ndan bize seslenecek;
 "BENİ BUL ANNE"

Onlara “ Sizi aramaktan asla vazgeçmeyeceğiz” demek için Taksim’den Galatasaray’a yürüyeceğiz.

Galatasaray Meydanında ise bir etkinlik gerçekleştireceğiz.

İnsanlık değerlerine sahip çıkan herkesi bu sessiz buluşmaya ve etkinliğimize  çağırıyoruz.
                     
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİ
GÖZALTINDA KAYIPLARA KARŞI KOMİSYON

29 Mayıs 2011 Pazar

Saldırıya Uğrayan Gence Polisin Önerisi: “Küpeni çıkar, saçını da kes ne olacak!”

“Karakolda polislerden biri bana, sen burayı bilmiyor musun, küpeni çıkar, saçını da kes ne olacak, dedi.” 


Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde okuyan üç öğrenci, dün akşam saat on sularında, Trabzon’un en işlek caddesi olan Uzun Sokak’ın orta yerinde önce sözlü tacize sonra da fiziksel şiddete maruz kaldı.

Mağdurlardan Botan Zorlu ve ismini vermek istemeyen arkadaşları D.A. ve O.F. arkadan yaklaşmakta olan 6-7 kişinin sözlü taciziyle karşı karşıya kaldılar. “Siz travesti misiniz, top musunuz? Neden saçınız uzun.” gibi sözleri tekrar tekrar söyleyen saldırganlara karşılık vermeden yürümeye devam etmelerine karşın saldırganlar tacizi sıklaştırdı. Sonrasında Botan Zorlu’ya yaklaşarak uzun saçını gerekçe gösteren saldırganlardan biri “Kardeş senin cinsin ne?” diyerek sözlü tacize devam etti. Sakin bir şekilde cevap vermeye çalışan Zorlu arkadaşlarından birinin hasta olduğunu canlarının da sıkkın olduğunu ve olay çıkmasını da istemediklerini söyledi. Buna rağmen küpelerini çıkarmasında ısrarcı olan saldırganlara karşı çıkamayacaklarını anlayan Zorlu küpelerini çıkarmayı kabul etti. Ancak Zorlu ve arkadaşları tam o esnada fiziksel saldırıya maruz kaldı. Saldırganlar üç öğrenciyi ağır şekilde darp ettiler. Etrafta saldırıyı seyreden insanlar uzun bir süre hiç bir müdahalede bulunmadı. Sonrasında çevreden bir kişinin bağırması ve yapmamalarını söylemesi sonucu olay yerinden koşarak uzaklaşan saldırganlar “burası Trabzon” diye bağırdı.

Polis saldırganları serbest bıraktı

Olay yerindeki insanların yardımıyla güçlükle yerden kalkan Botan Zorlu ve arkadaşları polislerce saldırganların kaçtığı yöndeki bir sokağa götürülerek saldıran kişileri teşhis etmeleri istendi. Teşhis edilebilen iki kişiyle birlikte olayın mağdurları da Trabzon Merkez Karakolu’na götürüldü ve saldırganlardan şikayetçi oldular. Karakoldan sonra da Numune Hastane’sine götürülen üç öğrencinin çeşitli yerlerinde morluklar ve kırıklar tespit edildi. Zorlu’nun kulağının arka kısmında yırtık ve vücudunun çeşitli yerlerinde morluklar ve ezilmeler olduğu belirtildi. Saldırıya uğrayanlardan D.A.’nın ise bir hafta önce kalp damarlarındaki tıkanıklık nedeniyle ameliyat olduğunu öğrendik. Ayrıca olay nedeniyle yaşadığı travmadan kaynaklı D.A.’nın tansiyonun çok yüksek çıktığı, burun kemiğinde ise çatlak olduğu ve çeşitli yerlerinde darp izine rastlandığı belirtildi. O.F. ise kalçasına aldığı darbelerden dolayı ağrı hissettiğini onun dışında olayı küçük sıyrıklarla atlattığını ifade etti. İkisinin adları Murat Pehlivan ve Hüseyin Türkmen olan saldırganlar ise olayın yaşandığı gece ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldı.

Olay mobese kameralarının ve çevre iş yerleri kameralarının sürekli olarak izlendiği bir yerde gerçekleti. Karakola ilk götürüldüklerinde kendilerine mobese kayıtlarının gösterileceğinin söylendiğini belirten mağdurlar sonrasında kameranın zaman zaman farklı yöne döndüğü gerekçe gösterilerek polislerin ellerinde görüntü olmadığını söylediklerini ifade ettiler.

“Ben Trabzonluyum öyleyse buna tepki göstermem gerekir gibi düşünüyorlar”

Olayın mağdurlarından üniversite okumak için Trabzon şehrine bu sene gelen Botan Zorlu ile yaptığımız görüşmede şunları söyledi.

“Darbelerin tespitinden sonra tekrar karakola götürüldüğümüzde sürekli saldırganlarla yüzyüze geldiğimizden tedirgin oluyorduk. Meydan’da (Trabzon şehir merkezi) karşılaştığımızda tekrar sıkıntı yaşayabileceğimizi düşündüğümüzden hâlâ biraz korku var. Çevredikilerin söylediğine göre bize saldıranlar her zaman aynı sokakta dolanan serseri tiplermiş. Uzun saçlı biri gördüklerinde sen travesti misin yoksa top musun gibi söylemlerle saldırıyorlar. Uzun saçlı olan insanlara tahammülleri yok. Ben Trabzonluyum öyleyse buna tepki göstermem gerekir gibi düşünüyolar. Olmaları gerektiğini düşündükleri kalıba uygun davranmaya çalışıyorlar. Türkiye’de en batısından en doğusuna birçok ile gittim ama hiç böyle bir olayla karşılaşmadım. Elbet tüm Trabzon’a mal edemem bu olayı ki Trabzonlu çok samimi arkadaşlarım var.”

“Medyanın tutumu kilit rol oynuyor”

“Bir kaç ay önce Meydan’da yine uzun saçlı birine benzer bir saldırı gerçekleştirildi ama yerel basına yansımadı. Bu tarz haberlerin yapılması gerekiyor ki bu saldırılar son bulsun. Medyanın tutumu kilit rol oynuyor belki de. Bir kısım medya Trabzon’un imajına zarar gelmesin diye düşünüyor diğer bir kısım medya ise yaşananları halkın doğal tepkisi olarak görüyor. Bu rutinleşen olaylar basında yer bulmadıkça insanlar saçından, sakalından veya herhangi bir farklılığından dolayı dayak yemeye devam eder.”

Polisin önerisi: “Küpeni çıkar, saçını da kes ne olacak!”

“Karakolda polislerden biri bana sen burayı bilmiyor musun, küpeni çıkar, saçını da kes ne olacak, dedi. Ayrıca diğer polisler de keşke üstlerine gitmeseydiniz, kavga etmeseydiniz gibi sözler ettiler. Oysa biz zaten kavga etmedik sadece saldırıya uğradıktan sonra kendimizi koruma amaçlı mücadele ettik. Ayrıca bize saldırıda bulunanlarla polisin gülerek eğlenerek sohbet etmesi de çok can sıkıcı bir durumdu. İfadelerini bile gayet samimi bir ortamda alyorlardı. Sohbet havasında geçen ifade alımı sırasında bir şey kullandınız mı diye soran polise içtik abi işte bişeyler gibi rahat cevaplar verebiliyorlardı. Polisin zanlılara bu kadar iyi davranması bizi şoke etti. Acaba biz orda olmasak iyi yapmışsınız diyerek sırtlarını da sıvazlarlar mıydı diye düşünmeden edemedik. Bizimle otur, kalk, ne oldu gibi kısa cümlelerle diyalog kuran polisin saldırganlarla tabiri caizse gırgır, şamata yapması moralimizi çok bozdu.”

Saldırı ve yaşadıklarıyla ilgili basın açıklaması yapacaklarını söyleyen Zorlu, işin peşini bırakmayacaklarını, hukuksal süreci başlattıklarını ve hakklarını sonuna kadar arayacaklarını belirtti.

Fotoğraflar: Arjen Özgür Yalçınkaya

Kaynak: Kaos GL

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Yolun bedelini yaban hayvanlar ödüyor

















ÖLÜM YOLUNA DİKKAT!


Yaban hayvanlarının yaşam alanları insan müdahalesiyle sürekli küçülmektedir. Yaban hayatının yoğun bir şekilde devam ettiği önemli doğa alanlarımızdan birisi Aşağı Büyük Menderes Havzası’dır.
Türkiye’nin en önemli milli parklarından birisi olan Dilek Yarımadası-Büyük Menderes Deltası Milli Parkı birçok memeli, kuş, sürüngen gibi canlıları bünyesinde barındırmaktadır.

Yıllardır bakirliğini hala koruyan Beşparmak Dağları, bir zamanlar Anadolu parslarının yoğun olarak yaşadığı önemli bir doğa alanıdır. Anadolu parsları yaşadığı dönemlerde Beşparmak Dağlarından Dilek Yarımadasına geçerken Söke Ovası’nı kullanmışlardır.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

BASIN BÜLTENİ / YÜKSELEN IRKÇI-FAŞİST SALDIRGANLIĞA KARŞI DAYANIŞMA!

BASIN BÜLTENİ
25.05.2011, Çarşamba

TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA YÜKSELEN IRKÇI-FAŞİST SALDIRGANLIĞA KARŞI DAYANIŞMA!


22 Mayıs Pazar gecesi Ankara’da okuyan dört anarşist öğrenci, evlerinin önünde sekiz ülkücü faşist tarafından pusu kurularak satırlı-bıçaklı saldırıya uğramıştır. Saldırıya uğrayan öğrencilerden Haydar İ. Çelik; kolundan, bacağından ve sırtından aldığı satır ve bıçak darbeleriyle ağır yaralanarak hastaneye kaldırılmıştır.

Saldırıya uğrayan dört öğrenci olaydan sonra yaptıkları açıklamada; saldırının hemen öncesinde, resmî bir polis aracının yanlarından geçtiğini ve de saldırganların kaçarken sivil polis aracına ait olduğunu tahmin ettikleri beyaz bir araçla olay yerinden kaçtıklarını belirttiler.

Türkiye’de son günlerde özellikle devrimcilere, anarşistlere ve Kürtlere yapılan saldırıların arttığını görüyoruz. Yaşanan son olayda saldırıya polisin de yardım etmesi olayların merkezi ve sistematik olduğunun göstergesi olarak kabul edilebilir.

Geçtiğimiz 1 Mayıs'ta, Ankara'da Türkiye Gençlik Birliği (TGB) üyelerinin satırlı ve sopalı saldırısı sonucu 3'ü ağır 13 anarşist ve devrimci yaralanmıştı. Yaşanan olaylarda TGB'liler websitelerinde anarşistleri hedef göstermiş ve gerek devrimciler arasında gerekse toplum nezdinde anarşistleri kriminalize etmek ve bir linç ortamı yaratılmak istenmiştir.

Keza Kürtlere yönelik saldırılar da gitgide artmaktadır. Bağımsız adayların çalışmaları, saldırılarla sekteye uğratılmaya çalışılırken ateşkes ve barış müzakerelerine rağmen operasyonlarla kan akıtılmaya devam edilmektedir. 12 HPG gerillasının katledilmesinden sonra bölgede bir liseyi silahla taramaya varacak ciddi sindirme politikaları uygulanmış ve şiddet tırmandırılmıştır. Balıkesir'de ırkçı bir "kadın" milletvekili adayının "Balıkesir'i PKK'den Kurtar" kampanyası adı altında Kürtleri hedef göstermesi, Denizli'de ve bazı illerde Kürtlere yönelik linç kampanyaları ve silahlı saldırılar, Kürt illerinde gerçekleştirilen sokak eylemlerine yönelik polis terörü, birkaç ayda gerçekleşen 3000'e yakın gözaltı, yüzlerce Kürt’ün hapse atılması iktidarın özgürlük hayallerini bastırma politikalarının bir parçasıdır. Ayrıca Yunanistan'da, Rusya'da ve anarşistlerin, devrimcilerin aktif mücadele yürüttükleri birçok ülkede Neo-Naziler'in yürüttüğü benzer faşist saldırılara maruz kalındığına şahit oluyoruz.

GÖZALTINDA İŞKENCE, TACİZ; SOKAKTA, ÜNİVERSİTELERDE VE HER YERDE SALDIRI!

Gözaltında işkence, taciz; sokakta ve üniversitelerde saldırı, sıkça karşımıza çıkan haber başlıkları haline gelmiş ve yine insanların en temel haklara ulaşmaları imkansızlaştırılmıştır. Yaratılan bu ortamda en temel hak olan yaşama ve vücut bütünlüğünü koruma hakkının faşist anlayış tarafından sekteye uğratılması, gaspedilmesi ancak korku ve öfkeye yol açar ki böyle bir ortamda düşünce ve eylem özgürlüğünden bahsetmek mümkün değildir ve özgürlüğün olmadığı yerde faşizm zaten kazanmış demektir.

Bizler bu saldırıların insanlığa, doğaya ve diğer canlılara yapılan saldırılardan farklı ve birbirinden bağımsız olmadığını biliyoruz. Anadolu'da ve tüm yeryüzünde HES'lere, barajlara, madenlere ve termik santrallere karşı doğa savunma mücadelesi verenlerin, iş yerlerinde yaşamları ve hakları için ekmek kavgasına girenlerin, cinsiyetçi ve homofobik saldırılar sonucu katledilen kadınların ve eşcinsellerin, ayrımcılığa maruz kalan kendi kültürünü özgürce yaşamak isteyen halkların özyönetim mücadelelerinin, çiftliklerde, mezbahalarda, kentlerin sokaklarında ve doğal alanlarda, katledilen, esir edilen, işkence gören ve nesilleri tüketilen hayvanların karşısına konulan sömürü, baskı ve yok etme aygıtlarının, özgür bir dünyayı hayallerini gerçek kılmak için mücadele veren devrimcilerin ve anarşistlerin karşısına konulan eli kanlı cinayet şebekeleriyle aynı ideolojik ve kurumsal köklere dayandığının bilincindeyiz. Tüm bu saldırıların gezegeni topyekûn fethetmek isteyen bir sistemin savunma mekanizmaları olduğunun farkında olduğumuzdan, her alanda yükselen isyan dalgasının karşısına konulan bu aygıtları birbirinden bağımsızmış gibi düşünmeden hep birlikte bertaraf etmenin zaruri olduğu inancındayız. Merkezî iradenin kırda iş makineleri ve savaş araçlarıyla yapmaya çalıştığı şeyi, şehirde kiralık güçleriyle eşzamanlı yapıyor oluşu, yaşama karşı girişilen bütün bu saldırılara karşı birleştirdiğimiz direniş gücümüzü kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Bizler bu durumda, özgür bir dünyada yaşayabilmek adına tüm tahakküm araçlarına karşı olduğumuz gibi, faşist anlayışa da göz yummayacağımızı, dünyanın neresinde olursa olsun mümkün olduğunca saldırıya uğrayan kişi ve topluluklarla dayanışacağımızı ve faşizmle mücadelede elimizden geleni yapacağımızı bildiririz.

Yaralanan arkadaşlarımıza geçmiş olsun dileklerimizi gönderiyoruz!

Faşizm bir insanlık suçudur!

Dayanışma en güçlü silahımızdır!


YERYÜZÜNE ÖZGÜRLÜK DERNEĞİ

24 Mayıs 2011 Salı

Faşizme İnat Dayanışma!


Dün anarşistlere karşı gerçekleşen faşist saldırıya yönelik, yaşananları paylaşmak için bugün 18.30′da Yüksel Caddesinde bir basın toplantısı düzenlendi.  Faşizme karşı dayanışmak için basın açıklamasına yüksek katılım sağlandı.  DTCF’li antifa’cılar 18.00′da DTCF’den çıkış yaptı ve Sakarya da bekleyen anti-faşist devrimcilerle “yaşasın devrimci dayanışma” diye haykırarak birleşti. Yüksele doğru yürüyüş gerçekleşti. Yüksel’e gelindiğinde bir basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında yaşanan saldırı detaylı bir biçimde anlatıldı. Yaralanan ve ameliyata alınan hayday yoldaşımızın durumunun iyiye gittiği vurgulandı. Basın açıklamasından sonra gözaltına alınan bir yoldaşımız ise serbest bırakıldı…

Basın bildirisi aşağıdadır:

“Basına ve kamuoyuna;

22.05.2011 tarihi saat 23.30 sularında evine girmek üzere olan dört devrimci anarşist öğrenci sekiz faşist tarafından evlerinin önünde; satırlarla, sallamalarla saldırıya uğradı. Olay anı aynen şöyle gerçekleşmiştir;

Arabadan inip, eve girmeden önce, evin bitişiğinde bulunan bakkala alışveriş yapmak üzere girdiğimiz esnada yanımızdan bir polis arabası geçerek, korna çaldı. Ardından bakkaldan çıktık, dışarı çıktığımızda tanımadığımız iki kişi bize doğru yaklaşıp, adres sordu. Bir arkadaşımız eve doğru çıkmaya başlamıştı. Biz dışarda kalan üç kişi adresi tarif ettik, tam içeri doğru girerken üzerimize koşarak gelen bir grup sallama ve satırlarıyla bize saldırdı. Kendimizi korumak amaçlı apartmana girdiğimiz anda elleri kanlı faşistler, döktükleri kanla yetinmeyip; apartmanın içine girdiler ve üzerimize gelen saldırıları engellemeye çalıştığımız bir anda; yoldaşımız Haydar İlkay Çelik’e, saldırarak kolundan, bacağından ve sırtından ağır bir şekilde yaralayıp; beyaz bir arabaya binerek kaçtılar.

Saldırıyı gerçekleştiren faşistleri bulmak için, arkalarından koştuğumuz anda her ne kadar plakalarını gizlemiş olsalar da, bu saldırıyı gerçekleştiren iki ülkücü faşisti de tanıyoruz. Bu iki ülkücü faşist, MHP’nin uyguladığı faşist politikaların Dil-Tarih temsilcileri, Halil İbrahim Yılmaz ve Cem Tutsoy’dur. Olay yerine gelen polislere de bu isimleri verdik. Olaya tanık olan komşularımızın ifadelerinde de faşistler tanımlanmaktaydı. Ayrıca faşistler kaçarken iki sallama kılıfını unutmuşlardı. Polisler ise unutulan bu sallama kılıflarını delil olarak kabul etmedi. Polisin, bizi gördüğünde korna çalarak faşistleri harekete geçirmesiyle, bu korumacı tavrı benzerdir. Ancak olayı gören şahitlerin ve bizim baskılarımızla, unutulan bu sallama kılıfları delil olarak sayıldı. Haydar yoldaşımızın fazla kan kaybetmesinden ötürü durumu ciddiydi. Vücüdunun üç yerinde olan kırık ve yaralar yüzünden ameliyata alındıktan sonra durumunun iyiye gittiğini öğrendik. Olayda saldırıya uğrayan diğer yoldaşımız, darbe aldığı halde şu an gözaltında ve tekrar görüyoruz ki polis-faşist işbirliği devam etmekte.

İktidarın iki yüzlü politikalarıyla meşrulaşan faşizm, evlerimizin önünde nöbet tutmakta, yaşam alanı olarak gördüğümüz heryerde silahlandırma politikalarının bir geri dönüşü olarak silahlarını, satırlarını, sallamalarını pervasızca çekip polis desteğiyle yaşamlarımızı gaspetmektedir. Yarattığı kutuplaşmalardan beslenen ulus devlet ve iktidar bu işe sürekli sosyolojik kavramlar dahil etmekte. Hepimiz biliriz, duyarız iktidarın söylemlerinde yok etmeye çalıştıklarını: Kürdistan, kürtler, aleviler, eşcinseller, devrimciler, muhalifler ve istenmeyen ne varsa iktidar karşısında , yok edilmenin eşiğinde, basit bir kavramla tanımlanmaya çalışılmakta: ‘ötekiler’. Bu söylemin pratikteki yansıması yok etme ve imhadır.

Bu saldırı tüm özgürlükçü, muhalif, devrimci insanlaradır. Doğaya, yaşama dair olan bu yoketme ve imhaya karşı biz ‘öteki’ değil devrimcileriz. Anti-faşist hareketi her yerde olduğu gibi bu toprakların bir zorunluluğu olarak sahipleniyor, faşizmi yaşamlarımızdan yok etmek amacıyla “Faşizme inat, yaşasın hayat” diyoruz.”

Kaynak: Ahali gazetesi

22 Mayıs 2011 Pazar

“Korkunç Benzerlik”





Marjorie Spiegel’in sıradışı kitabı “The Dreaded Comparison- Korkunç Benzerlik” kimsenin adını söylemeye cesaret edemediği o benzerliği ortaya koyuyor: ABD’de İç Savaş öncesi yaşayan Afrikalı kölelerin hayvanlardan farklı görülmediği ve bu insanlara bir eşya muamelesi yapılmasına sebep olan kölelik ideolojilerinin günümüzde hayvanlara da aynı muamelenin yapılmasına devam ettiği gerçeği.

Bu benzerlik- kölelerin koşulları ile fabrika çiftliklerinin koşulları, av kurbanları ile laboratuar koşulları arasındaki –hiç şaşırtıcı değil. Sonuçta, Spiegel’in söylediği gibi, savaş öncesi ABD’de köleler resmen insanlığın bir alt seviyesinde görülüyorlardı.

Elbette, bu tip düşünme biçimleri sadece Afrikalı Amerikalılarla ya da kölelerle sınırlı değil. Naziler tarafından büyükbaş hayvan arabalarına tıkıştırılıp Aryan beden politikasına göre insan dahi olmayacak denli viral enfeksiyonlar olarak görülen Yahudileri de kapsıyor. Yüzyıllardır orospu, kaşar, fahişe, kaltak ve erkeklerden eksik görülen kadınları da kapsıyor. Ama işte Spiegel’in esas vurucu olduğu nokta şu: hayvanları da kapsıyor- hayvanlar iktidardakiler adına oyuncak ediliyor, dövülüyor, istismar ediliyor, işkenceye uğruyor, esir ediliyor, avlanıyorlar.

Şimdi bu yazıyı okuyanlar arasında hayvanları sömürmeye devam etmemiz gerektiği ile ilgili argümanlar düşünenler olacaktır: bize gıda olsunlar diye, eğlence, deri ve emek gücü olsunlar diye onlara ihtiyacımız olduğunu söyleyecekler; eğer biz olmasaydık hayvanların çoğunun hayatta bile olamayacağını söyleyecekler- gerçekten de yabanda olduklarına kıyasla bizimle daha mutlu olduklarını söyleyecekler;

onların kendi kötü doğalarına karşı bizim onları koruduğumuzu da söyleyecekler; hayvanların acı çekmediğini ya da daha az acı çektiğini; çünkü “acı”nın anlamını bilmediklerini söyleyecekler; hayvanların avlanılmaktan hoşlandığını söyleyecekler bize.

Spiegel’in kitabının gösterdiği gibi bu argümanların hepsi köleliği meşrulaştırmak için kullanıldı. Tür ayrımcısı ve hileci bu tür argümanlar hayvanlara ne yapmanın uygun ve ne yapmanın uygun olmadığına dair insan bilincinde oyunlar oynamaya devam ediyor. Filleri arka ayakları üzerinde durdurup sirklerde performans sergilemesini kabul edilebilir bir şey olarak görüyoruz; ama yüzümüzü siyaha boyasak ve Mammy şarkısını söylesek onun kabul edilebilir bulmayız: neden biri daha garip, aşağılayıcı ve daha karikatürümsü görünüyor? Hayvanları kafeslere tıkmayı bir korumacılık eylemi gibi görüyoruz; ama 1906 yılında New York Zooloji Topluluğu’nun Ota Benga adında bir Afrika pigmesini şempanzelerle aynı kafese koymasını dehşet verici bulmamızın sebebi ne?

Köle taşıyıcılarının yolculuk sırasında çok sayıda kölenin ölmesini bir çeşit doğal zayiat olarak görmesi bizi afallatıyor; ama mezbahalara götürülürken içinde bulundukları koşullar yüzünden bir kısım hayvanın boğularak ölmesi ya da vardıkları yerde yaşadıkları şokla ölmeleri bizi hiç ilgilendirmiyor. Dirikesimin en temel çelişkisine inanıyoruz: Spiegel şöyle söylüyor, “bir yandan hayvanların bize hiç benzemediği, bu yüzden onları kaale almamamız gerektiği söyleniyor; öte yandan, dirikesimciler hayvanların bize çok benzediğini, bu sebeple de araştırmaları için çok gerekli olduğunu söylüyor.”

Spiegel’in kitabı dünyayı ve yaratılışını araçsal bir bakışla görenler kendi güç ve iktidarlarını kime ya da nereye dayattıklarını zerre kadar umursamıyorlar. Bütün argümanları, bütün bahaneleri, bütün yalanları paçayı sıyırabildikleri sürece kendi amaçları uğruna kullanmaktan çekinmezler. Kitabın ortaya koyduğu gibi, ya hayvanları insan olma koşulumuza göre “yetiştireceğiz” ya da kendimizi hepimizin birbirimize karşı vahşi ve gaddar yaratıklar olduğumuzu kabul edecek şekilde “alçaltacağız”. İktidarın istismarı neredeyse ve kime uygulanıyorsa onu idrak etmeli, maskesiz bırakmalı ve durdurmalıyız. Kitabın çok açık şekilde ortaya koyduğu şey, istismar, işkence ve zulümün ışığa karşı koyamayacağıdır.

Martin Rowe’un kitap eleştirisinden bir bölüm…

nonhumanslavery.com

Çeviri: CemC
Kaynak: Hayvan Özgürlüğü Hareketi ve Felsefesi

Mühendislerin Siyanür Barajında İnceleme Yapmasına İzin Verilmedi

Kütahya’daki depremin ardından siyanür barajında inceleme yapmak isteyen Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) yetkilileri tesislere alınmadı. ÇMO, “Ziyaretin engellenmesi kafamızdaki soru işaretlerinin sayısını arttırmıştır” açıklamasını yaptı.

ÇMO’dan yapılan açıklamada, oda yönetim kurulunun Eti Gümüş AŞ’nin siyanürlü atık barajında, depremin etkisini gözlemlemek için teknik bir ziyaret yapmak istediği belirtildi. Bu kapsamda, oda teknik ekibi ile birlikte ÇMO Yönetim Kurulu Başkanı Murat Taşdemir ve Yönetim Kurulu 2. Başkanı Baran Bozoğlu’nun tesise gittikleri ancak kapıda güvenlik görevlileri tarafından durdurularak içeriye alınmadıkları, İl Çevre ve Orman Müdürlüğü yetkilileriyle de görüşmesine karşın incelemeye izin verilmediği bildirildi.

Açıklamada, tesise girişine izin verilmeyen oda yönetiminin Kütahya Valiliği’ne giderek Vali Yardımcısı Cengiz Horozoğlu ile görüştükleri ve endişelerini ilettikleri belirtildi. Ziyaretin engellenmesinin kafalardaki soru işaretlerini daha da arttırdığına dikkat çekilen açıklamada, “Siyanür gittiği her yere ölümü, sefaleti ve felaketi götürmüştür. Geçtiğimiz iki hafta boyunca da Kütahya’da yaşanan şey tek kelime ile felakettir. Bir an evvel siyanür ile madencilik faaliyetlerine son verilmesi gerekmektedir” denildi.

Baraj setlerinin güçlendirilmesi amacıyla çalışan iş makinelerinin gözlem kuyularına zarar vermiş olabileceğine işaret edilen açıklamada, şu görüşlere yer verildi: “Bu gözlem kuyularında numune almak için yeterli miktarda su ya yoktur ya da numune kuyularındaki su, yeraltı su kalitesini gösterecek nitelikte değildir. Yeraltı suyuna karışan su miktarının daha doğru tespiti için tesise 1, 1.5, 2 ve 10 kilometre mesafelerde gözlem kuyusu açılması gerekmektedir. Bu açılan gözlem kuyularından günde 4 adet numune alınmalı ve alınan numunelerin analiz sonuçları değerlendirilerek siyanürün yeraltı suyuna karışma oranı tespit edilmelidir.”

Kaynak: Haberlink

Devlet seyirci, katiller tanıdık

Devlet bir kadın cinayetine daha seyirci kaldı. Boşanmak istediği kocası balyozla saldırdı, evini ateşe verdi, defalarca dövdü. Ancak başvurularına karşın genç kadını devlet korumadı. 42 yaşındaki Hülya Tazegül önceki akşam barışma teklifini kabul etmediği kocası tarafından vurularak öldürüldü.

Büyükçekmece Kumburgaz’da yaşayan 42 yaşındaki Hülya Tazegül gazetelerde dramını gördüğü Ayşe Paşalı’yla aynı acıları yaşıyordu. Aynı Ayşe Paşalı gibi kocası tarafından defalarca dövülmüştü. Onun gibi defalarca korunma talebiyle polise, savcılığa başvurmuştu. Ama ayrılmak istediği kocasının balyozla kapısına dayanmasına, evini yakmaya çalışmasına karşın korumaya alınmadı. Ayşe Paşalı’yı öldürmekten kocasına ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilince umutlanmış, kocasının peşini bırakabileceğini düşünmüştü. Ama öyle olmadı. Önceki akşam barışma teklifini kabul etmediği kocası tarafından vurularak öldürüldü.

Hülya Tazegül ve Turgay Tazegül 17 yıldır evliydi ve 16 yaşında Onur isminde bir çocukları vardı. Aslında mutlu bir evlilikleri hiç olmadı. Tesisat işinde çalışan Turgay Tazegül’ün alkol sorunu vardı ve uzun süredir çalışmıyordu. Evi atölyelerde çalışan Hülya Tazegül geçindiriyordu. Bunun için yıllarca farklı işlerde çalıştı, mantıcıda mantı sardı, tuhafiyede satış elemanıydı, evde ise dantel işleyip satıyordu. İş arkadaşlarına kocasından gördüğü şiddeti de anlatıyordu.

Koruma altına alınmadı

İki yıl önce boşanmak için dava açtı. Oğlu Onur ile birlikte bir ev tuttular. Yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlardı. Ama Turgay Tazegül peşlerini bırakmadı. 2010 yılının ilk aylarında evlerinin kapısına dayandı ve Hülya Tazegül ve oğlu Onur’u feci şekilde dövdü. Bu sırada defalarca karakolluk oldular. Buna karşın 2010 Temmuz ayında yine konuşmak için geldiğini söyleyerek eve girdi ve yeniden boşanmak üzere olduğu eşi ile oğlunu dövdü. Bu süreçte Hülya Tazegül savcılığa, polise ve jandarmaya kocası hakkında defalarca şikâyette bulundu, tehdit mesajlarını gösterdi. Ancak koruma altına alınmadı.

18 Mart 2011’de ise koca tehdidini çok büyüten bir olay yaşanmıştı. Kocasının sürekli kapıya dayanması nedeniyle evlerini değiştiren Hülya Tazegül ve oğlu Onur’un yanında genç kadının annesi de vardı. O gece yaşananları Hülya Tazegül’ün ağabeyi İmran Çiftçi şöyle anlattı:

“Gece saat 02.00’de 10 kiloluk balyozla kapıyı kırmış. İçeri girmiş, içeride de annemlerin yattığı odanın kapısını kırmış. Tam çocuğunun kafasına indirirken, kız kardeşim tutmuş. Bocalamış, geri dönerek, kapının önündeki doğalgaz borusunu ateşe vermiş. 6 polis arkadaş geldi. ‘Yarın gidin şikâyetçi olun’ dediler. Sabah giderek şikâyetçi olduk. Ama hiçbir şey yapılmadı.”

Başına ve karın bölgesine isabet eden kurşunla öldü

Bu olaydan 3 gün sonra, 21 Mart’ta Hülya Tazegül, savcılığa giderek eşinden şikayetçi oldu. Gözaltına alınan Turgay Tazegül ifadesinin alınmasının ardından serbest kaldı.

Hülya Tazegül’ün emekli polis olan dayısı Fehmi Arslan da Büyükçekmece Emniyet Müdürlüğü’nü arayarak olanları anlatmış, koruma istemiş, onun çabası da fayda etmemişti.

Turgay Tazegül önceki akşam saat 21.30 sıralarında Hülya Tazegül’ün çalıştığı Kumburgaz’daki palaska atölyesinin önüne geldi. Bir arkadaşıyla birlikte işyerinden çıkan Hülya Tazegül’ün önünü kesen öfkeli koca, konuşmak istediğini söyledi. Ancak olumsuz yanıt alınca tabancayla ateş açtı. Hülya Tazegül başına ve karın bölgesine isabet eden kurşunla öldü. Turgay Tazegül ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Polis yetkilileri ise savcılığa yapılmış koruma talebi olmadığını öne sürdü.

"Bu nasıl devlettir"

Hülya Tazegül’ün annesi Tülay Çiftçi ise dün yaşananlara şöyle isyan etti: “Olay yerine gelen polisler bana ‘Anne’ diyordu. Bana neden anne diyorsunuz? Ben onlara önceden söylemiştim, bu adam bizi yakıp yıkıyor. O kadar şahidimiz var. O kadar dilekçe verdik. Neden bakmıyorsunuz? Neden müdafaa etmiyorsunuz? Benim evladım öldü. Benim acımı dindirecek misiniz? Ben şikâyetçiyim. Devlet nasıl devlettir? Göz göre göre geldi. Evi kundakladı, kapıyı kırmaya çalıştı. Cam kırık, kapı kırık. Bu kadınları hep öldürsünler de, bir erkekler mi kalsın?”

"Savcının ihmali"

Avukat Habibe Yılmaz Kayar, Hülya Tazegül’ün öldürülmesine yol açan devlet duyarsızlığı konusunda şöyle konuştu:
“Hâkimler koruma kararlarını vermede yetersiz kalıyor. Cumhuriyet Savcılığı’nın başvuru sonrasında derhal koruma kararı alması gerekirdi. Ayrıca bu kararın etkin olarak uygulanıp uygulanmadığının da denetlenmesi gerekiyor. Fiilen kadın şiddetten korunamadıysa burada devletin çok ciddi bir ihmali söz konusudur.”

Yasa Meclis’te

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndan Berna Görgülü ise Tazegül cinayeti konusunda şunları söyledi:
“Maalesef bu senaryoları tekrar tekrar yaşamamıza yasalardaki ciddi boşluklar neden oluyor. Yasalar kadınları korumakta yetersiz kalıyor. Yasadaki bu boşlukları giderecek çalışmaları Meclis gündemine sunduk. Fakat Meclis’in tatile girmesiyle birlikte, bir sonraki döneme kaldı.”

Paşalı davası kararı umut vermişti

Hülya Tazegül eşinin şiddeti altında ezilirken kader ortağı Ayşe Paşalı’nın davasında katil koca ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırıldı. Bunun belki boşanma davası açtığı kocasını korkutabileceğini düşündü. Tazegül’ün ağabeyi İmran Çiftçi cinayetten sonra “Bizi Ayşe Paşalı’nın davasındaki karar rahatlattı. O olayı duyunca ben çok rahatlamıştım” diyecekti.

Mine Tuduk

Kaynak: Radikal

'Eti Gümüş Madenini Derhal Kapatın'

“Kütahya Gümüşköy İzleme Platformu”, Çevre ve Orman Bakanlığı önünde yaptığı basın açıklamasında Eti Gümüş madeninde yaşanan tehlikeye dikkat çekti. Platfor, madenin derhal kapatılması ve ihmali olanların yargılanmasını istedi.

“Kütahya Gümüşköy İzleme Platformu” Çevre ve Orman Bakanlığı önünde basın açıklaması yaparak, Eti Gümüş'e ait madenin, derhal, vakit geçirilmeden kapatılmasını istedi. Polis barikat kurarak, kitleyi Bakanlık önüne yaklaştırmak istemedi. Bunun üzerine kısa bir gerginlik yaşandı.

Platform adına açıklama yapan TTB Merkez Konsey üyesi Arzu Erbilici, Kütahya Gümüşköy’de bulunan Eti Gümüş A.Ş.’ne ait gümüş madeni işletmesinin atık depolama barajında taşma meydana geldiğini ve barıjın yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu söyledi.

'AĞIR METALLER SUYA VE BESİN ZİNCİRİNE KARIŞIYOR'

Barajdaki sızmalar ve taşmalar neticesinde atık depolama havuzundan aktif durumda bulunan ağır metallerin yeraltı sularına ve besin zincirine karıştığını belirten Erbilici, Çevre Mühendisleri Odası'nan bölgedeki içme sularından aldığı numuneden yaptırılan analiz sonuçlarında, sudaki siyanür miktarının limit değeriden yüzde 40 daha fazla çıktığını ifade etti. Bilici sızmanın devam etmesiyel ilerleyen günlerde bu miktar daha da artacağına dikkat çekti.

Erbilici, sızmaların dışında atık havuzundan sürekli olarak buharlaşan hidrojen siyanür gazının da çevreyi ve insanları zehirlediğini kaydetti.

'MADEN DERHAL KAPATILMALI, ÖNLEMLER ALINMALI'

Erbilici, yaşanan tehlikenin bir an önce önlenebilmesi, sağlıklı bir çevre ve yaşam için Kütahya Gümüşköy’de bulunan Eti Gümüş’e ait gümüş madeni işletmesinin derhal kapatılmasını istedi.

TTB Merkez Konsey üyesi Erbilici'nin dile getirdiği diğer taleplerden bazıları ise şöyle:

- Atık havuzları ile ilgili olarak devlet tarafından ıslah çalışmalarına başlanmalı ve tüm ıslah çalışması maliyetleri firma tarafından karşılanmalıdır.

- Tesiste çalışanların tüm yasal hakları firma tarafından ödenmeli ve çalışanlar devlet tarafından başka bir işe yerleştirilmelidirler.

- Suları, toprakları ve hayvanları zehirlenen yöre halkının tüm mağduriyetleri devlet tarafından karşılanmalıdır.

- Yöredeki köylerde yaşayanların sağlık durumları acilen değerlendirilmeli, bölge halkı siyanür ve ağır metallerin sağlık etkileri yönünden aydınlatılmalı, sağlık durumları ileriye dönük olarak izlenmelidir.

- Gümüşköy’de yaşananlar, yıllardan bu yana sendikalar ve meslek örgütleri tarafından yapılan uyarılar ve yargı kararları dikkate alınarak Türkiye’deki Bergama, Gümüşhane, Kışladağ, Munzur, İliç ve dünyadaki siyanürle madencilik yapan tüm tesisler derhal kapatılmalıdır.

- Gümüşköy’de gerekli önlemleri almakta yetersiz kalan ve “bir gram dahi siyanürlü su sızmamıştır” diyerek bilimsel ve etik davranmaktan uzak olan Çevre ve Orman Bakanı istifa etmelidir.

“Kütahya Gümüşköy İzleme Platformu” nu oluşturan sendika ve meslek örgütleri şöyle: DİSK Dev Maden-Sen, KESK Enerji Sanayi ve Maden Kamu Emekçileri Sendikası, SES, Tarım Orkam- Sen, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası, Metalurji Mühendisleri Odası, Ziraat Mühendisleri Odası, TTB, Ekoloji Kolektifi.

Kaynak: ETHA

Dünya Afetleri Yeterince Ciddiye Almıyor

Dünyanın hemen her yerinde ard arda afetler yaşanıyor. Ne var ki, tüm acı deneyimlere rağmen felaket riskleri küçümseniyor. Birçok hükümet, afet risklerini saklıyor ya da zararsızmış gibi göstermeye çalışıyor.

Doğanın isyan bayrağını çekip, bir felakete yol açması bazen hiç beklenmedik zamanlarda meydana geliyor. Ancak bu, felaketlerin önceden tahmin edilemeyeceği anlamına da gelmiyor. Kesin olan, dünya üzerindeki bir takım bölgelerin sık sık afete uğraması. Bazen yılda bir kez, bazen ise uzun aralıklarla aynı yerlerde aynı felaketler meydana geliyor. Ne yazık ki birçok acı deneyime karşın birçok ülke yeni felaketlere yine hazırlıksız yakalanıyor.

“Her birimiz ve özellikle de hükümetler, gelecekte gerçekleşme olasılığı olan olayları bir tarafa bırakma refleksi gösteriyoruz. Bir hükümete, “İşsizliğe mi endişelensem yoksa öncelikle her 20 yılda bir daha büyük depremlerle karşılaşma olasılığını mı düşünsem” diye sorsam, hükümetler büyük ihtimalle, günümüzün işsizliği ile mücadeleyi seçeceklerdir” şeklinde konuşan BM Uluslararası Afetleri Önleme Stratejisi Kurumu’ndan (UNISDR) Andrew Maskrey, olası riskleri görmezden gelmenin insanlığın doğasında olduğu görüşünde.

Birçok hükümet, afet risklerini saklar ya da zararsızmış gibi gösterirken, gerçek riskler çığ gibi büyüyor. Dünyanın her yerinde insanlar, afet riski ile yaşıyor. Düzenli olarak kasırgaların yerle bir ettiği kıyı şeritlerinin iskana açılması, ağaçların yok edilerek, yağmurda toprak kaymasına neden olması başlıca tehlikeler arasında. Buna bir de mega kentlerin şehir planlamasından yoksun gelişmesi de ekleniyor.

"Hükümetler üstüne düşeni yapmalı"

Tüm bu riskler sigorta şirketlerine tekin gelmediği için de afet sigortası yapmaya yanaşmıyorlar. “Boş bırakılmış bir arazide su taşkını olma olasılığı yüksek bir yerde ev yapmanın anlamı olmaz. Bu durumda evi sigortalatamam. Bu da birinci elden sigorta ve mükerrer sigorta için, riskleri daha iyi anlayabilmek, risklerle daha iyi mücadele edebilmek ve tabiî ki insanlara, böylesi bir yatırıma girişemezsiniz diyebilmek için devlet ile sigorta kurumlarının işbirliğine ihtiyaçları olduğu anlamına geliyor" diyen Sigorta temsilcisi Gero Michel, sigorta şirketlerinin, ancak hükümetlerin ve vatandaşların daha fazla sorumluluk üstlenmeleri durumunda, devreye gireceklerine dikkat çekti.

Sigorta şirketleri ile işbirliği

Dünyanın birçok yerinde meydana gelen afetlerin yol açtığı zararın bilançosu, hükümetler ile sigorta şirketlerini işbirliğine zorladı. BM verilerine göre, afetlerin yol açtığı masraflar orta ve yüksek gelirli ülkelerde dramatik şekilde artıyor. Sigorta şirketleri zararın ancak küçük kısmını karşılarken, yük yine devletin omzlarına biniyor. Ancak buna rağmen her iki tarafın harcamaları gittikçe artıyor. Gero Michel, durumu en iyi şekilde açıklayacak Japonya'daki tsunami örneğini verdi: “Japonya’daki felakette, sigortanın karşıladığı zarar, 20 ila 30 milyar dolar oldu. Ülke şimdiye kadar tespit edildiği kadarıyla 300 milyar dolarlık ekonomik zarara uğradı. Bizim ise, tüm üretim kesintileri dahil tahminimiz 500 milyar dolar. Bu zararı hiçbir zaman tam olarak öngöremezdik. Ancak gerçek rakamlara yakın tahminler yapabileceğimizi düşünüyorum. Öncelikleri belirlemek en önemlisi. Bir bütçemiz var ve bu parayla ne yapıp neyi yapamayacağımızı belirlememiz gerekiyor.”

Sigorta şirketleri ve hükümetler, afetlerin yol açtığı masrafların nasıl karşılanacağı konusunda daha sıkı bir işbirliği sağlamayı hedefliyor. Andrew Maskrey, halihazırda doğal afetlerin munzam masrafları konusunda bir tanımlama olmadığını belirtiyor. Maskrey, daha ayrıntılı masraf tahminlerinin, orta vadede, iyi temennilerde bulunmayı bırakıp harekete geçmesi için hükümetler üzerinde baskı yaratmasını umuyor. Ve tabiî ki afetler sonrasında da ”Bunu öngöremezdik” ya da “Kimse bizi uyarmadı” denmemesini diliyor.

Kaynak: Deutsche Welle Türkçe

Akkuyu'da Kaza Olursa Rusya Bile Etkilenir

Akkuyu'daki olası bir nükleer kazanın risk analizine göre, kazadan sadece 15 gün sonra Doğu Avrupa ve Afrika bile etkilenecek.

Viyana Üniversitesi Mersin Akkuya’ya kurulması planlanan nükleer santralın olası bir kaza durumunda hangi bölgeleri etkileyeceğine dair bir analiz hazırladı. Yüksek performanslı bilgisayarlarda hazırlanan analize göre, riskli bir kaza olması durumunda, kaza anında ilk olarak Mersin ve çevre iller etkilenecek. Kazadan bir hafta sonra tüm Türkiye, 15 gün sonraysa Türkiye’nin tüm komşuları, Doğu Avrupa, Kafkaslar, hatta Afrika’ya kadar olan geniş bir bölge, radyoaktif maddelerin etkisi altında kalacak. Milyonlarca insan etkilenecek.

Avusturya İklim ve Enerji Fonu ve ‘Yeni Enerji 2010’ programı tarafından desteklenen ve ‘Flexrisk’ adı verilen proje için dünyadaki 234 nükleer santral analiz edildi. 3 araştırma reaktörü ile 21 nükleer yakıt işleme tesisinin de (zenginleştirme tesisleri, nükleer yakıt üretim tesisleri, yeniden işleme santralları) incelendiği proje kapsamında Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer santral için hazırlanan haritalar nükleer konusundaki riskleri gözler önüne serdi. Çalışma, Japonya depremi sonrası Fukuşima Nükleer Santralı’nda meydana gelen kazanın ardından başladı ve 6 haftada tamamlandı. Viyana Üniversitesi tarafından hazırlanan proje, aynı zamanda Viyana Bilimsel Grubu olan Avusturya Ekoloji Enstitüsü, Viyana Teknik Üniversitesi ve Viyana Ziraat Üniversitesi tarafından da desteklendi. Akdeniz, Kafkasya ve Avrupa bölgelerini kapsayan analizler, santralda meydana gelebilecek kazada radyoaktif bulutların farklı hava koşullarında nasıl bir yayılım göstereceğini ortaya koyuyor. İnsan faktörleri ya da deprem gibi doğal felaketlerle meydana gelebilecek, santraldaki çekirdeğin erimesi gibi yüksek riskli bir kaza senaryosuna göre hazırlanan çalışma, nükleer tesislerin halka açık verilerinden ve Avrupa Orta Mesafeli Hava Tahminler Merkezi’nin verilerinden yola çıkılarak hazırlandı. Radyoaktif etkinin çevreye yayılımı açısından büyük önem taşıyan hava olayları içinse, sıradışı olayların yaşanmadığı ve uzun yıllar ölçümlerinin ortalaması değerlere sahip olan 1995 yılı baz alındı.

En büyük tehdit tarıma

Greenpeace tarafından da desteklenen analiz sonuçlarını, Kadir Has Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Nükleer Fizikçi Yrd. Doç. Dr. Cem Özen Radikal için yorumladı. Özen’in verdiği bilgilere göre, bir kaza anında nükleer santraldan onlarca radyoaktif madde yayılıyor. Ancak Viyana Üniversitesi’nin hazırladığı analiz, bunlar arasında insana en çok zarar veren maddeler olan ’sezyum- 137’ ve ‘iyodin-131’e göre hazırlandı.

Sayfanın üst bölümünde yer alan haritalar ise olası bir kaza sonrasında yalnız iyodin-131, yani iyot için hazırlanmış etki ve yayılma alanlarını gösteriyor. İyotun vücutla temas ettiğinde tiroide yapıştığını anlatan Özen, çok fazla iyota maruz kalındığında bunun büyük zararları olacağını belirterek şunları söyledi: “Nükleer santral patladığında önce iyot hapı dağıtılır. Eğer iyot açığı varsa vücut bunu alıyor. İyotun ömrü kısa. 8 gün sonra etkisi yarıya iniyor, sonraki 8 günde tekrar yarıya iniyor. Kısa ömrü var ancak bozulma yaparken zarar veriyor. En önemli tehlike ise tarım topraklarına ve hayvanlara geçmesi. O zaman besin zincirine karışıyor. Uzun vadede de tiroid kanseri yapıyor.”

Nükleer fizikçi Özen’in, Viyana’da yapılan araştırma ve Türkiye’nin nükleer santral politikası konusunda izlediği yol için ise değerlendirmeleri şöyle:

Senaryo dikkate alınmalı

“Bu tarz araştırmalar senaryolara göre yapılıyor. Kazada hangi maddelerin ne kadar çıkacağı hesaplanıyor. Matematiksel bir modelleme var. Atmosferin davranışları, baz alınıyor. 1995 yılının atmosferik olayları norm kabul edilmiş. Tipik bir yıl olduğu için seçilmiş. Ülkelere zararları anlatılıyor. Ne kadar risk alındığı söyleniyor. Santral yapılmadan önce bağımsız kuruluşlara risk analizleri hazırlatılmalı. Kaza senaryolarının değerlendirilmesi gerekiyor. Jeostratejik etkiler, deprem riskleri var. Tüm bunların değerlendirmesi gerekiyor.

İğneada’ya da nükleer santral yapılması planlanıyor. İstanbul’a çok yakın. Planlamalar hangi kriterlere göre yapıldı? Bu konularda yeterli şeffaflık yok.”

SERKAN OCAK
Kaynak:
Radikal

Topyekûn Özgürlük Adına



Vegina

Biz veganizmle pasifize edilen bir hareketiz. Evet, yoldaşlığı destekleyip temel besinleri elde etmek için ölümü reddeden bir hayat tarzını benimsemek elbette önemli. En azından buna ihtiyacımız var; ama daha fazlasına da ihtiyacımız var. Topyekûn özgürlüğe ihtiyacımız var bizim.

Hayvan özgürlüğü ancak topyekûn özgürlük olduğunda gerçekleşebilir. Topyekûn bir özgürlük olmadıkça eşitsizlikle dolu bir dünyada yaşamaya, iktidardakilerin kitleleri esir ve kontrol etmek için elinden geleni yaptığı bir dünyada yaşamaya devam edeceğiz. Cinsiyet ayrımcılığı ve ırkçılık, yaşlılara yönelik ayrımcılık , engelli ve özürlülere yönelik ayrımcılık, heteroseksizm ve milliyetçilik veya iktidar sahiplerinden daha farklı oldukları için hedef alınan diğer dezavantaj ya da istismar biçimleri daima, her zaman reddedilmek zorunda. Gözlerimizi hayvan özgürlüğüne dikmeli ve bodoslama dalmalıyız, yumruklarımızı diğer eşitsizlik biçimlerinin suratına indirmeliyiz. Eğer özgür bir dünya istiyorsak her bir eşitsizlik bizler için aşılması gereken bir barikat anlamına geliyor.Toplumsal adalet uğruna mücadele eden herkesi, grupları, feministleri, ırkçılık karşıtlarını ve anarşistleri yoldaşımız yapmalıyız. Ellerini tutmalıyız onların, hedeflerimize yönelmek için onların zulümlerine tutunmamalıyız. Topyekûn özgürlüğün eğer biz herkes için özgürlük diye bir şeye kesinlikle inanıyorsak gerçek olabileceğini kabul etmemiz gerek; bu bazen kendi konfor ve avantajlarımızdan vazgeçmek anlamına gelse bile.

Yarım ölçütlerden ya da kurgulanmış hakikatlerden memnun olmamamız lâzım. Daha büyük kafesler kimseyi kurtarmaz, tam tersine değişime giden yolu uzatır; iddialarımızı istismarları, eşitsizlikleri, kitlesel soykırımlar ve işkenceleri meydana getirip meşrulaştıran sömürü sistemlerinin içerisinde kurumsallaştırırlar, oysa biz bunlara karşıyız, öyle söylüyoruz. Özgürlük bu sistemler tarafından bir kez kurumsallaşıp da kucaklandığı zaman artık olsa olsa refahçılıktan başka bir şey olamaz.



Kendimiz için isteyeceklerimizden daha azını hayvanlar adına kabul etmeye tenezzül etmemeliyiz. Boş kafesler yerine daha büyük kafesler istediğimiz zaman zulme uğrayanları içinde tutan kafeslerin kilitlerini sağlamlaştırıyoruz demektir, oysa biz bunu zalimlere yapmak istiyorduk, eğer böyle yapacak olursak hayvanların esir edilmesi ve mülkiyetine hiç el sürmemiş, dokunmamış oluruz.

Özgürlük mücadelesinde ısrarcı olduğumuzda artık korkacak birşey yok demektir, ümit etmek için herşeyimiz var demektir. Evet, doğru, iktidar sahipleri bizi eziyor, ezmeye de devam edecekler. Onların bu baskısı, korkularının bir işareti. Onların korkusu bizim için bir ümit işareti. Etkili olduğumuzun ve daha çok bastırmamız gerektiğinin, korkuyla sinmememiz gerektiğinin bir kanıtı. Saklanma sakın, korkma, kendini sessizliğe mahkûm etme. Evinin içinde saklanıp kalma sakın; öne çıkıp da sesini yükseltirsen seni de kilit altına alacaklarından korkma. Onların hayvanları kafese tıktıkları gibi sen de kendini kafeslere tıkma. Özgür ol, ve o özgürlük anlarında sesini barınaklarda öldürülen tavşanlara, kedilere ve köpeklere ödünç ver, en acı dolu yaşamları yaşayan ve vücutları “yiyecek” olsun diye en şiddet dolu ölümlerle karşı karşıya kalan domuzlara, keçilere, koyunlara, ineklere ve tavuklara ver sesini; sahnede insanlar için gösteriler sergileyene dek dövülen fillere, kaplanlara, ayılara ver; sesini her gün hiç kimseye faydası olmayan ve hiç birşey çözmeyen deneylerde işkence gören kobay farelerine, sıçanlara, kedilere, köpeklere, tavşanlara, timsahlara, maymunlara, balıklara ver…

Bizim bir sorumluluğumuz var. Milyarlarca hayvanın işkence görüp öldürülmesindeki deliliği idrak etmiş olan herkesin bildiği gibi, bu konuda birşeyler yapmak zorundayız. Yapmamız gereken şey, topyekûn bir özgürlük için mücadele etmek. Asla hedeflerimizden ya da kendimizden taviz vermek zorunda değiliz. Veganizm ve ortak yaşam biçimlerimiz asla bizi tanımlayan yegâne şey olmamalı. Kendimizi başkalarını özgürleştiren için yaptığımız şeylerle tanımlamalıyız. Veganizm, topyekûn özgürlük adına ortaya koyduğumuz çalışmanın temeli olmalı. Ortaklaşa yaşama biçimlerimiz kendimizi güçlendirmek, zulme karşı ortaklaşa mücadele etmek için birlikler kurmak için bir araya geldiğimiz yerler olmalı.

Her birimiz sahip olduğumuz yetenekleri ve beceriler hayvanlar için daha iyi mücadele edebilmek adına kullanmalıyız. Kendi kapasitelerimiz ve eğilimlerimiz hakkında dürüst olup en iyi nasıl yardım edebileceğimiz konusunda karar vermeliyiz. Ayrıca farklı insanların farklı şekillerde yardım edebileceğini de kabul etmemiz gerekiyor, böylece hem destek hem de birlik anlamında önyargılı olmadan aynı mücadeleyi verenlerin birbirine farklı noktalardan bakabilmesi mümkün olur.

Dünya artık trajik bir yer. Çevresel yıkım, insanın sebep olduğu vahşetler ve bireysel nefret ve şiddet her yanımızda, sürekli artışta. Ya bu bağlamda bütün ümidimizden vazgeçeriz ya da değişim adına mücadele ederiz. Evet, hatalar yapacağız, ve evet , bazen başarısız olacağız. Ama denemek zorundayız. Topyekûn özgürlük adına mücadele etmekten vazgeçtiğimiz an, lifestyle tarzı seçimlerimizle pasifize edildiğimiz an, sessizliğimiz zulmü desteklemekten başka bir işe yaramayacak çünkü.

Çeviri: CemCB
Kaynak: Hayvan Özgürlüğü Hareketi ve Felsefesi

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Lambdaistanbul: Mesleği Elinden Alınan Eşcinsel Hakemin Hukuk Mücadelesini Desteklemeye Davetlisiniz


Türkiye Futbol Federasyonu 2009 yılında eşcinsel hakem Halil İbrahim Dinçdağ’ı haksız yere hakemlikten men etti ve onun rızası dışında eşcinsel olduğu bilgisini basınla paylaştı.

O tarihten itibaren mesleğini icra edemediği için yaşadığı haksızlıklara karşı Federasyona karşı maddi ve manevi tazminat davası açarak hukuk mücadelesi başlatan Halil İbrahim’in yanındayız.

Davanın ikinci oturumu 31 Mayıs 2011 saat 10.40’ta Sarıyer Adliyesi 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde görülecek.

Cinsel yönelimimiz veya cinsiyet kimliğimiz işaret edilerek en sıradan yaşamsal haklardan mahrum bırakılabiliyoruz. Halil İbrahim bunu bir kader olarak kabullenmedi, kurulu düzenin değişmesi için ayağa kalktı.

Arkadaşımızı Türkiye’de toplumsal ve hukuksal pek çok değişimin önünü açacak bu hukuk mücadelesinde yalnız bırakmamak için herkesi Sarıyer Adliyesi’nde davayı takip etmeye davet ediyoruz.

Lambdaistanbul LGBTT Dayanışma Derneği

Sarıyer Adliyesi’ne nasıl gelebilirsiniz?

- Taksim’den 25T Taksim – Sarıyer otobüsü saat 09.25te kalkıyor. Taksim’den metro ile son istasyon Darüşşafaka’ya gidip oradan da minibüse binmek bir diğer seçenek. Beşiktaş’tan minibüsle de gelebilirsiniz. Sarıyer – Büyükdere’de “Adliye” durağında ineceksiniz.

- Kadıköy’den gelecekler 9.15 vapuruna binip Beşiktaş’tan minibüs aktarması yapabilir ya da metrobüs ile Zincirlikuyu’ya geçip oradan da Sarıyer minibüsüne binebilir. Sarıyer – Büyükdere’de “Adliye” durağında ineceksiniz.

- Kabataş üzerinden ise 25E otobüsü ile de ulaşabilirsiniz. Sarıyer – Büyükdere’de “Adliye” durağında ineceksiniz. Ama aklınızda bulunsun, bu otobüs sahil yolundan gittiği için yol bir hayli uzayabilir.

20 Mayıs 2011 Cuma

Sürgünde 147. Yıl: İnsanlık suçu zamanaşımına uğramaz!

Çerkes Soykırımının 147. yıldönümünde yalnız acılarımızı hatırlamak için değil, dünyanın 21 Mayıs’ı ‘Çerkes Soykırım ve Sürgünü’ olarak tanımasını talep etmek, ‘çifte vatandaşlık’ hakkımızı haykırmak ve Rusya, soykırım yaptığını kabul edinceye kadar mücadele edeceğimizi duyurmak üzere bir araya geliyoruz.

‘Ulusların geçmişini hatırlama şeklinin, geleceğinin oluşturulmasında en önemli araç’ olduğundan yola çıkarak, uluslararası belgelerdeki tanıma göre ‘sürgün’ ve ‘soykırım’a tabi tutulmuş Çerkeslerin 21 Mayıs’ı yalnız bir simge gün olarak değil, aynı zamanda yaşadıkları topraklardaki ‘kimlik ölümüne’ karşı bir direniş, hak ve özgürlük mücadelesinin her yıl yenilenen başlangıç tarihi olarak da görmesi gerektiğini haykıracağız.

İnsanlık tarihinin bu ilk soykırım gününde tüm dostlarımızı JİNEPS pankartı altında, yanımızda yer almaya çağırıyoruz!

21 Mayıs 2011 – 13.00
Buluşma Noktası: Taksim Tramvay Durağı
Basın Açıklaması: İstiklal Caddesi Rusya F. Konsolosluğu önü

21 Mayıs 1864’de Ne Oldu?

Kafkasya’nın kadim halkı Çerkesler, 1864 yılına kadar vatanları Çerkesya’da özgür yaşarken, bugün 40’ın üzerinde ülkede yaşıyor. Çünkü Rus Çarları, Dünya’ya hükmetmek için İstanbul’a ve Hindistan’a yakın olmak istiyordu. Ama yollarının üstünde Çerkesya vardı. Karar verdiler: “Bize Çerkesler değil Çerkesya gerekli.”

Osmanlı ise bölgesel güç yarışındaydı ve sınır sorunları yaşıyordu. Çar’a direnen Çerkeslerin savaşı, Sultan’ın işine geliyordu. Politikaları, savaşın teşviki ve uzaması üzerine kuruldu.

İngiltere kralı ise, Çarın Hindistan’dan uzak durmasını istiyordu. Çerkesler Hindistan bekçiliği yapıyordu aynı zamanda. Savaşın sürmesi için, asla yerine getirmeyecekleri yardım ve destek vaadinde bulundular.

Çerkeslerin tek talebi ise vatanlarında özgürce yaşamaktı. Özgürlük ve vatan sevgisi, dış etkilerle birleşti ve orantısız güçlerin savaşı kaçınılmaz oldu. Kabileler halinde yaşayan Çerkesler ve Çarlık Rusyası arasında uzun yıllar süren savaşın sonuçları korkunçtu.

* Yaklaşık 1,.5 milyon insan sürgüne tabi tutuldu.

* 500 binin üzerinde insan sürgün yolculuğunda ve ilk yerleştikleri bölgelerde yaşamını yitirdi. Sadece Trabzon’da 53 bin kişi öldü.

* Kafkasya’nın yerli halklarından Adigeler’in bir boyu olan Natuhaylar bu savaşın sonucunda yok oldu.

*Vubıh dili kayboldu.

Çarlık askeri külliyatında yer aldığı ve Uluslararası Çerkes Birliği’nin girişimi ile 1997 de UNPO’nun karar altına aldığı gibi; Çerkesler uzun yıllar soykırıma maruz kaldı ve vatanlarından sürgün edildi. Çifte vatandaşlık ve kadim topraklarına koşulsuz dönebilmek, onlar için bir hak arayışı oldu.

Çerkesler’in adalet arayışları sürüyor. Yaşadıkları dünya ülkelerinin her birinde, soykırım ve sürgünün mirasını devralan Rusya temsilciliklerine, ülke ve dünya kamuoyuna sesleniyorlar: “Soykırımı tanıyın!”.

Jineps Yayın Kurulu
Mayıs 2011

TTB: Sağlık Kuruluşları Felakete Hazır Olsun

Türk Tabipleri Birliği (TTB), siyanür havuzunda çökme tehlikesi bulunan Kütahya’daki Gümüş AŞ’ye ait işletmenin atıklarında bulunan siyanürden daha tehlikeli ve çok uzun süre etkili olabilecek ağır metal kirlenmesinin “gözden kaçırıldığını” belirtti.

Buharlaşan hidrojen siyanür için ölçüm yapılmadığını, havuzun kamera ile izlenmediğini, setin yıkılmasının bir işçi sayesinde öğrenilebildiğine dikkat çeken TTB, bölgedeki sağlık kuruluşlarının “felakete” hazır olmasını istedi.

TTB’den Dr. Alpaslan Türkkan ile Dr. Ahmet Soysal’ın incelemelerinden oluşan raporda atık barajını sürekli izleyen bir kamera sistemi bulunmadığını, setin yıkılması da barajdan örnek almak için o sırada setin üzerinde olan işçi sayesinde öğrenildiği belirtiliyor.

‘’Barajdan buharlaşan hidrojen siyanür için ölçüm yapılmadığı ve bunun gerekli olmadığı bildirilmektedir’’ denilen raporda, atık barajından yapıldığı bildirilen siyanür ve ağır metal analizlerine ulaşılmadığı belirtiliyor.

Raporda şu ifadeler yer aldı: ‘’Toplumda işletmenin atıkları açısından en önemli sorunun üretimde kullanılan siyanürden kaynaklanacağı algısı vardır. Oysa işletmenin atıklarında bulunan, insan sağlığı açısından siyanürden daha tehlikeli ve çok uzun süreli etkisi olabilecek, bölgede canlı yaşamını tehdit eden ağır metaller bulunmaktadır. İşletmenin neden olacağı ağır metal kirlenmesine değinilmemekte, gözden kaçırılmaktadır.

Olası bir felaketin etkisi yıllarca sürecek bölgede yaşamı engelleyecektir. Bölgede sağlık kuruluşları felakete hazırlanmalı, desteklenmeli.’’

Kaynak: Haberlink

Almanya'da Nükleer Santraller Korumasız

Almanya'daki nükleer enerji santrallerine uygulanan "en kötü senaryo" testinde ülkedeki toplam 17 santralin felaketlere karşı korumasız olduğu ortaya çıktı.

"En kötü senaryo" testi yapılan 17 Alman nükleer enerji santrallerinin hiçbirinin bir felaket durumunda ayakta kalamayacağı ortaya çıktı.

Alman Der Spiegel dergisinde yayınlanan rapor sonuçlarında Almanya'nın Reaktör Güvenlik Komisyonu tarafından yapılan araştırma, tüm nükleer enerji santrallerinin aşırı bir felakete karşı savunmasız olduğu gözler önüne serildi.

Yapılan testlere göre nükler enerji santralleri, üçüncü dereceden bir felaketi karşılamakta başarısız. Hatta bazı testlerde ikinci dereceden bir felaketi karşılamakta dahi yetersiz.

Testte öngörülen felaketler arasında deprem, su baskını, güç yetersizliği ve uçak kazası yer alıyor. Tüm bü testlerin sonuçlarına rağmen hiçbir santral hakkında kapatma önerisi bulunmuyor.

BAKAN'DAN SAVUNMA: ACELESİ YOK

Almanya'nın enerji ilişkileriyle de sorumlu olan Çevre Bakanı Norbert Rottgen, reaktörlerin kapatılması için acil bir durumun olmadığını iddia etti. Rottgen, "Nükleer enerji santrallerini bir gecede kapatacak kadar acil atmamız gereken bir adım yok ortada. Nükleer enerjiyi bırakabilmek için başka yol bulma çalışmaları hala konumuz" dedi.

Nükleer enerji santrallerinin istenilen güvenlik şartlarına uygun olmadığını ifade eden Rottgen, santrallerin belirlenen zamandan önce kapatılmasının bir ihtimal olduğunu dile getirdi. Rottgen, santrallerden dördünün küçük bir uçak kazasında dahi ayakta durabilecek durumda olmadığını kaydetti.

Almanıya Başbakanı Angela Merkel, kamuoyunun baskısından dolayı nükleer enerjinin geleceğinin araştırılması için 2 komisyon kurdu. Merkel, Japonya'da meydana gelen depremin ardından felaket yayan nükleer santralin de araştırılmasını ve bunun sonuçlarına göre Almanya'daki nükleer santrallerin geleceğinin belirlenmesi talimatı vedi.

Eski Alman Başbakanı Gerhard Schroder hükümeti zamanında alınan kararla Almanya'daki nükleer santrallerin 2021'e kadar kapatılması öngörülüyordu. Son yapılan yasayla ise bu tarih 2036'ya kadar uzatıldı.

Kaynak: Haberlink

Fukuşima'nın Verdiği Zarar Saymakla Bitmiyor

Fukuşima nükleer enerji santralinde yaklaşık 3 bin ton yüksek miktarda radyasyon bulaşmış su bulundu. Japonya, bir gemide depolanan zehirli suyu tekrar kullanmayı planlarken, koşullar Japonların aleyhine işliyor.

Tehlike saçmaya devam eden Fukuşima nükleer enerji santralindeki radyasyon sızıntısı hâlâ kontrol altına alınabilmiş değil. Santraldeki çalışamaları koordine etmek için kurulan özel parlamento komisyonu Pazartesi günü, atılacak yeni adımlar konusunda bilgi verdi. Japonya Başbakanı Naoto Kan, değişen planlara dair ayrıntılı bilgi vermekten kaçındı ama kurtarma stratejisinin değişeceğini kaydetti.

Tepco firmasının nükleer sızıntıyı kontrol altına alma stratejisi, daha da değişecek gibi görünüyor. Çünkü reaktörlerde neler olup bittiği tam olarak bilinmiyor. Ancak birinci reaktöre dair elde edilen son bulgular, durumun daha da vahimleşeceğine işaret ediyor. Birinci reaktörün bir bölümünde saatte tam 2 bin milisievert olmak üzere, bugüne kadar tespit edilen en yüksek dozdaki radyasyon değeri ölçüldü.

Bu değer, insanların orada çalışmasını imkânsız kılarken, Japonya Başbakanı tarafından santraldeki çalışmaları koordine etmekle görevlendirilen milletvekili Goshi Hosono, durumu şu sözlerle yatıştırmaya çalıştı: ‘'Birinci reaktörde bir nükleer erime yaşandığı doğru. Ama geçen süre içerisinde soğutma çalışmalarında büyük ilerlemeler kaydedildi. Basınçlandırıcıdaki hararet şu anda yaklaşık 100 derece. Yani ısıyı istikrarlı düzeyde tutmak artık çok uzak bir ihtimal değil. Eğer binanın içinde biriken suyu soğutma çalışmalarında tekrar kullanırsak, daha önce öngördüğümüz zamanlama hesaplarımıza ulaşabiliriz.’’

Nükleer kriz ne zaman sona erecek?

Japonya hükümetinin bugünlerde Fukuşima nükleer santralindeki radyoaktif sızıntıyı önlemek için öngördüğü yeni zamanlama planını açıklaması bekleniyor. Bu planla, tahliye edilen halkın ne kadar süre daha bölgeye sokulmayacağının açıklanacağı gibi bölgenin uzun vadeli yeniden yapılandırma planı da tanıtılacak. Ayrıca bu planla, uzmanlardan oluşan bir kurulun, bu yılın sonuna kadar Japonya’daki nükleer krizi sonlandırmasının beklendiği bildiriliyor.

Santralin işletmecisi Tepko’nun krizin sona ermesine dair öngördüğü zamanlamaya ilişkin ise, Japonya Başbakanı Naoto Kan ‘’Artık umuyoruz ki, nükleer santrali 6 ay içerisinde tamamen stabilize edeceğiz. Bu da bizim 6 ila 9 ay arası olarak öngördüğümüz ilk planlamızla örtüşüyor’’ şeklinde iyimser bir görüş bildirdi.

Zehirli su yeniden kullanılacak

2'nci ve 3’üncü bloklardaki nükleer erimenin, çalışamaları ne ölçüde aksatacağı tam olarak bilinmediği için, tahminler iyimser şekilde yürütülüyor. Bu reaktörleri soğutma çalışmaları için yapılan ilk plan, reaksiyon güvenlik ünitesine fazla miktarda su püskürtmekti. Ancak reaktörlerdeki yüksek orandaki sızıntı nedeniyle bu plan uygulanmadı. Zira erimiş yakıt çubukları ile teması nedeniyle, yüksek oranda radyasyon içeren suyun diğer binalara, okyanusa veya içme suyuna karışma tehlikesi var. Buna alternatif olarak ise koruma kaplarının içindeki su soğutulup tekrar reaktör basınç kabına pompalanabilir.

Bir başka olanak da, reaktörlerin etrafında kurulacak bir sistemle, radyasyonlu suyu kullanarak içerdeki ısı seviyesinin düşürülmeye çalışılması. Japon Nükleer Güvenlik Kurumu'ndan Hidehiko Nishiyama, ‘'Soğutma çalışmalarında kullanılan ve yüksek oranda radyasyon içeren su, bir depoda tutuluyor. Ama biz bu suyu yeniden kullanmak istiyoruz. Her ne kadar radyasyonlu da olsa, Amerikalıların arındırma filtrelerinin yardımı ile bu suyu temizleyip, tuzdan arındırarak tekrar kullanmak istiyoruz. Haziran ayına kadar bu sistemi uygulamaya koymayı planlıyoruz" şeklinde konuştu.

Koşullar daha önce planlanan çalışmaları sürekli zorluyor. Japonya’nın kuzeyine birkaç hafta içerisinde yağmur yağması bekleniyor. O nedenle Fukuşima etrafındaki radyasyon miktarının artmasını hesaba katmak gerekecek. Japon hükümetinin nükleer santrali kontrol altına alma planları 6 ila 9 ay içerisinde yerine gelse bile erimiş reaktör çekirdeğinin yol açtığı sonuçların telafisi onyıllar sürecek.

Kaynak: Deutsche Welle Türkçe

19 Mayıs 2011 Perşembe

İnsanlar ve Diğer Hayvanlar





İnsan-insan olmayan canlılarla ilgili tavırları nasıl anlıyoruz?

Bu tür tavırlarından kaynaklanan rutin pratikleri nasıl anlıyoruz?

Tür ayrımcısı değerlerin sosyal olarak aktarılmasını nasıl anlıyoruz?

İnsanların diğer hayvanlara yönelik tavırları toplumsal olarak yapılandırılır, kurgulanır, bireyler tarafından yaygın bir biçimde içselleştirilirler ve kültürel olarak da kuşaklar boyunca aktarılırlar.

Milyarlarca hayvan kastî bir biçimde üretilip insanlar tarafından yeniyor, dünya çapında, her saniye ise binlerce hayvan sadece etleri için öldürülüyor. Ayrıca biyomedikal ve ticari laboratuarlarda üzerlerinde deneyler yapılıyor. Giysi parçaları olarak kullanılıyorlar. Avlanıp vuruluyorlar. İnsanlar eğlensin diye sirklerde, rodeolarda ve evcil hayvanlar olarak değişik şekillerde kendilerinden faydalanılıyor.

Bu tür davranışları meşrulaştıran ahlâki ve etik tavırlar yüzyıllara yayılmış felsefi, teolojik ve sosyal düşünce ve pratikler üzerinde şekillenmiştir.

“Duyguları olan eşya” şeklinde hukukta kodlanmış olan statüleri de güçlü hayvan refahçılığı kurumunda yansıtılıyor ve ifade ediliyor.

Ahlâki olarak insan türünden olmayan bireyler bütün insanlara kıyasla hem daha az önemli hem de daha az değerli kabul ediliyor, göreli kapasiteleri, ve kendi çıkarları hiç bir şekilde göz önüne alınmadan böyle kabul ediliyor.

Bir çok insan gibi insan türünden olmayan hayvanların da hakları rutin ve sistemik bir şekilde ihlâl ediliyor.

Diğer hayvanlara “daha az” statüsü veriliyor, bu statünün onlar için yıkıcı sonuçları var, bu statü ayrıca insanların diğer insanlara zarar vermek için kullandığı bir araç aynı zamanda. İnsanın insana verdiği zararla beraber, insanlıktan çıkarma ve kişiliğini ortadan kaldırma süreçleri de çoğu kez insan türünden olmayan yaşam formlarına yönelik düşük bir ahlâki çıtaya dayanıyor. Bu süreçler savaş eylemlerinde, soykırımlarda, toplumsal cinsiyet ve ırk ilişkilerinde, pornografinin üretiminde ve insan-insan türünden olmayan canlılar arası ilişkilerde var olan diğer durumlarda kendini ifade ediyor.

Modern insan toplumlarının diğer hayvanları sömürüp onlara zarar vermesinin sebepleri var. İnsanların insan türünden olmayan hayvanları sömürmesinin kaçınılmazlığı diye bir şey yok, bu sömürüyü yapmamızı açıklayan güçlü nedenler var.

Bu nedenleri anlamak için sosyal ilişkiler ile norm ve değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılması konularının temel sosyolojik yorumunu bilmemiz gerekiyor.

nonhumanslavery.com

Çeviri: CemCB
Kaynak: Hayvan Özgürlüğü Hareketi ve Felsefesi